Demavend Tırmanışı 1997
İran’a yapacağım gezinin benim için iki değişik anlamı vardı. Dört yıllık tecrübeye sahip bir dağcı olarak 5600 metrenin üzerinde bir dağa yapacağım faaliyetin yanında, ilk yurtdışı işine çıkacak genç bir gazeteciydim.
3 saatlik uçak yolculuğum sırasında hissettiğim duygunun “endişe” olduğunu ancak şimdi itiraf edebiliyorum. Gitmeden önce İran hakkında Türk basınında okuduğum haberler ve daha önce bu ülkeye gidenlerden duyduklarım bende korkuyla karışık bir endişe yaratmıştı. Uçaktan iner inmez gümrük görevlileri fotoğraf makineme ve filmlerime el koyacak, gazeteci olduğumu öğrenen polis peşimize adam takacak, bunlar olmazsa, Devrim Muhafızları İran’da bir tek kare bile fotoğraf çekmemize izin vermeyeceklerdi.
İçimdeki tüm endişe ve heyecanla arkadaşım Ziya Çobanoğlu ile birlikte Tahran’ın Mahrabad Havaalanı’na iniyoruz. Tartıda 29 kilo gelen dağcı çantam Kaçkar kış çıkışında taşıdığım çantadan çok daha ağır. Havaalanında karşılaştığımız gümrük işlemleri bize anlatılanlar gibi. Her yolcunun çantası didik didik aranıyor ve özellikle elektronik eşyaların ülkeye girişi çok zor. Çantalarımızı sırtımızdan indirmeden kapıdaki kadın görevliye kazma, baton ve kramponlarımızı gösterip dağcı olduğumuzu söylüyoruz ve görevli bizi şaşırtan bir hareketle çantalarımız aranmadan geçebileceğimizi söylüyor. Bu andan sonra bu ülkedeki anahtar sözcüğün ‘Dağcılık’ olduğunu da anlıyorum. Dağcılık İran’ın milli sporu ve dağcılara gözle görülür bir saygı gösteriliyor.
TAHRAN
Havaalanından bindiğimiz taksi bizi şehir merkezindeki bir otele götürürken Türkçeyi çat pat konuşan Azeri taksi şoförü ile sohbet ediyoruz. Havaalanı taksilerinin hemen hemen hepsinin otellerle anlaşması var. Müşteri başına otellerden yüzde alıyorlar.
Tahran’daki orta seviyeli otellerin ortak özelliği ana caddeler üzerinde bulunmamaları.
Bu otellere, insanın yalnız başına yürümeye bile cesaret edemeyeceği karanlık ve dar sokaklardan geçerek ulaşılıyor. Bizim şansımıza taksi şoförünün bizi götürdüğü otel, Tahran’ın en işlek caddelerinden Cumhuri Caddesi üzerindeki Naderi Otel. Bu otelin en göze çarpan özelliği müşterilerinden çoğunun Türk olması. Bir Türk’ün Tahran’daki dil sorunu çekmeyeceği ender mekanlardan biri Naderi Otel.
Otelin hemen altındaki kafeteryanın geçmişi 100 yılı aşıyor. Hatta kafeteryada garsonluğa 10 yaşında başlamış, bugün 80 yaşında olan bir çalışan var. Otel, aynı zamanda Tahran’daki sanatçılar ve televizyon aktörlerinin çoğunun da uğrak yeri.
İran’ın resmi para birimi riyal. Tümen ise halkın kullandığı para birimi. Tümen, riyalin bir sıfır atılmış şekli ve üzerinde tümen yazan hiçbir para birimi yok. Bu yöntem İran’daki enflasyonu psikolojik olarak azaltmanın bir yolu olarak düşünülmüş.
Otele yerleştikten sonra İran yemeklerini tatmak için lokanta aramaya başlıyoruz. Günün cuma olması nedeni ile caddeler bomboş. Uzun bir yürüyüşten sonra bulduğumuz lokanta oldukça büyük, içeriye girip uzun bir masaya oturuyoruz. Gelen herkese salata, tadı mayoneze benzeyen pembe renkte bir sos ve yoğurt veriliyor. Garsonun yarı Türkçe yarı Farsça söylediği menüde kebaptan başka yiyecek yok. Bu durumun bu lokantaya ait bir özellik olduğunu düşünmemizin ne kadar yanlış olduğunu İran’da kaldığımız 13 gün boyunca kebap yedikten sonra anlıyoruz.
Hindistan’a gidip sadece vitaminle beslenen arkadaşlarımın anlattıklarının tersine İran mutfağı oldukça temiz, ancak çeşit inanılmayacak kadar az. Sulu yemek, hatta çorba bulmak bile hemen hemen imkansız. Yemeği çok lüks bir lokantada yemiyorsanız, öğlen tavuk, akşam kebap yemekten başka seçeneğiniz yok gibi.
Ertesi gün genç bir İranlı aktörle tanışıyoruz. Adı Mohsen ve televizyonda çalışıyor. İran’da 4 ayrı kanal var. Kanalların hepsi devlet kanalı olduğundan aralarında rekabet yok. Aktörler her kanalda iş bulabiliyor. Mohsen, Hatemi’nin başa geçmesinden sonra sanatın nasıl gelişim gösterdiğini anlatıyor. Ancak İran özellikle görsel sanatlar açısından daha yolun çok başında. Heykel ve resimde başarılı eserler verilebilmesi, insan anatomisinin iyi bilinmesine bağlı, ama üniversitelerde dini engeller yüzünden bu temel sanat eğitimi verilemiyor.
İran sineması tamamen dünyaya kapalı. Sinemalarda oynayan tek yabancı film bir Amerikan filmi, o da tabii ki Malcolm X.
Ancak Mohsen İranlı yönetmenlerin festivallerde kazandıkları başarıları övünerek anlatıyor. Tahran’ın her köşesi ise İran liderlerinin ve savaş kahramanlarının portreleriyle dolu.
Tahran’da geçirdiğim günler birbirini izledikçe, özellikle dünya basınında İran’la ilgili çıkan haberlerin ne kadar abartılı olduğunu anlıyorum. Yabancı gazeteciler bir doğu ülkesine ziyarete gittiğinde çevreyi kendi ülkesinden ne kadar farklı ve ne kadar geri kalmış gösterirse, o kadar ilginç bir iş çıkarabileceğini düşünüyor.
Tahranlı kadınların sadece başı kapalı. Kot pantolonları, topuklu ayakkabıları ve aşırı makyajlarıyla hiç de sindirilmiş kadın imajı vermiyorlar. Ancak İranlı kadınların bazı haklardan mahrum edildikleri bir gerçek. Yine de onlar bu haklar için savaş verme taraftarı değiller. Zaten İranlılar tam anlamıyla durumunu kabullenmiş bir toplum. Konuştuğumuz onlarca İranlı’dan hiçbiri dini ve siyasi liderleri hakkında tek bir olumsuz sözcük kullanmadı.
Tanıştığımız iki üniversite öğrencisi İslam’ın en iyi yönetim şekli olduğunu savunuyor, ama özgürlükler daha fazla olmalı diyorlar. Kız arkadaşlarıyla yaptıkları üniversite partilerinin sık sık basıldığını ve gözaltına alındıklarını söylüyorlar.
TIRMANIŞ HAZIRLIKLARI
Bir haftalık Tahran gezimizde İranlılar hakkında bir hayli bilgi edindik. Hatta Farsça birkaç işe yarar kelime de öğrendik. Artık buraya gelmemizdeki asıl sebep olan İran’ın en yüksek zirvesi, 5671 metrelik Demavend Dağı’na tırmanış hazırlıklarına başlıyoruz. Eğer Demavend Dağı’na tırmanmaya karar verip Tahran’a kadar geldiyseniz ilk yapmanız gereken şey İran Dağcılık Federasyonu’na uğramak. Özellikle tırmanışınızda rehber kullanmak istiyorsanız Demavend Dağı’nı en iyi bilen rehberler burada bulunuyor.
Shurudy Spor Kompleksi’nin içinde bulunan federasyon binası sadece dağcılığa ayrılmış değil. İran’da yapılan tüm sporların federasyonları aynı binada. Biz dağcılık departmanına yöneliyoruz. Federasyonun Genel Sekreteri son derece misafirperver biri. Bize, geçen yıl içinde yaptıkları Khan Tengri, Matterhorn ve Gasherbrum 2 tırmanışlarını gururla anlatıyor. Dünya dağcıları arasında teknik tırmanıştan yoksun ve aşırı derecede gözü kara oldukları için eleştiri alan İranlı dağcılar için teknik seviye gerektiren bu tırmanışlar gerçekten büyük başarı.
Genel Sekreter dışarıda antrenman yapan dağcıların Everest’e hazırlandıklarını söylüyor. Dışarıdaki ağır antrenmanda büyük bir rekabet var. Aday olan 25’e yakın dağcıdan pek azı dünyanın en yüksek zirvesini deneyecek. Dışarıya çıkıp antrenmanı seyrediyor ve dağcılarla sohbet ediyoruz. Demavend’e tırmanacağımızı öğrenince bize büyük ilgi gösteriyorlar. Tırmanışı rehbersiz yapacağımız için bu konuda herhangi bir talebimiz yok. İranlı dağcılar bizlere başarı diliyor ve çantalarımızı yüklenip yola koyuluyoruz.
REINE KASABASINA YOLCULUK
Demavend Dağı’na ulaşmak için Tahran’dan sonra ikinci durak Reine. Bu küçük dağ kasabası; Tahran’dan 4 saat uzaklıkta ve Demavend’in eteklerine kurulmuş, tırmanıştan önceki son yerleşim bölgesi.
İran’da benzin Türkiye’deki fiyatların sadece 10’da 1’i kadar. Bu yüzden uzak mesafelere bile taksiyle çok ucuz fiyata gidebiliyorsunuz. Biz de otobüs yerine taksiyi tercih ediyoruz. Tahran’ı terk ederken Demavend Caddesi adında çok uzun bir caddeden geçiyoruz. Caddenin bu adı almasının sebebi Demavend Dağı’nın buradan rahatlıkla görülebilmesi. Uzaktan gördüğümüz kadarı ile dağın üçte biri karlı. Plastik ayakkabılarımızı almanın ne kadar yerinde bir karar olduğunu düşünüyorum.
Tahran’dan çıktıktan 1 saat sonra aralarındaki mesafeler oldukça uzun olan birkaç kasabadan geçiyoruz. Yoldaki bir lokantada verdiğimiz molada Türk olduğumuzu öğrenen garsonlar etrafımızı sarıyor, çünkü garsonlar tam bir İbrahim Tatlıses hayranı. İçlerinden biri İstanbuldaki konseri için 1 yıldır para biriktirdiğini söylüyor. Öbür garson onunla aynı şehirde yaşamanın nasıl bir duygu olduğunu soruyor.
Artık İran’ın kırsal kesim yaşantısıyla karşı karşıyayız. Bazı yerlerde taşa oyulmuş evlere rastlıyor ve taksiyi sık sık durdurup fotoğraf çekiyoruz. Yolu birçok kez kaybettikten sonra Reine Kasabası’na ulaşmayı başarıyoruz. Reine tam anlamıyla terkedilmiş bir kasaba, özellikle gündüz vakitlerinde sokaklarda insan bulabilmek hemen hemen imkansız. Burası Amerikan kovboy filmlerindeki boş kasabalara çok benziyor. Yol üzerindeki yarı bakkal yarı lokanta ve pek de temiz olmayan bir yere girip tabii ki kebap yiyoruz. Yemeklerimizi yerken içeri Reineli bir dağ rehberi giriyor. Adı Mesut ve asıl sevindirici olanı İngilizce bilmesi. Ertesi gün bir arazi aracı kiralayıp 3000 metredeki Gusfan-Sara Kampı’na gitmeyi planlıyoruz. Mesut tanıdığı bir cip şoförünün makul bir ücrete bizi Gusfan-Sara’ya götürebileceğini söylüyor. Akşam kalacak yer aradığımızı söylediğimizde Mesut bizi evine davet etmekten çekinmiyor.
Mesut’un ve ailesinin evleri, yaşam tarzı, İran kırsal yaşantısına çok iyi bir örnek. Kasaba yaşantısı kent yaşamına oranla çok daha tutucu. Evde olduğumuz zaman Mesut’un 4 yaşındaki sevimli kızı Faizi dışında hiçbir kadınla karşı karşıya gelmedik. Yemek servisini bile Mesut ve babası yaptı. Duvarda Humeyni’nin resminin yanında Mesut’un İran-Irak savaşında ölen ağabeyinin fotoğrafı var. Mesut gecenin ilerleyen saatlerinde, geçen kış kaybolan bir dağcılık kafilesini ararken donarak ölen Reine Dağcılık Federasyonu Başkanı Mr. Faramerz ve oğlunun acıklı ölümlerini anlatıyor.
Ancak sonra Mesut’un basit bir olaymış gibi anlattığı bir gerçek, Türkiye’de haftalardır kurduğumuz planları alt üst edecek gibi. Türkiye’deki daha önce buralarda bulunmuş arkadaşlarımızın anlattığı Demavend’de bol su olduğu hatta Tahran’nın tüm suyunu Demavend’den aldığı idi. Ancak dağda tek bir damla su yok. Anlaşılan Tahran’dan kar diye tahmin ettiğimiz dağdaki beyazlık dağın jeolojik yapısından kaynaklanan bir göz yanılması imiş. Kısacası şu anda Demavend kupkuru. Ertesi sabah için eşyalarımızı toparlarken boşuna getirdiğimiz kazma, krampon, plastik ayakkabı ve diğer kış dağcılığı malzemelerini Reine’de bırakıp, bunların yerine litrelerce su alacağız.
GUSFAN SARA KAMPI
Sabah Reine’den sonraki ikinci kamp olan Gusfan-Sara’ya gitmek için hazırlıklara başlıyoruz. Bir hayli yüksek bir fiyata kiraladığımız jeep bizi 45 dakikada Gusfan-Sara’ya ulaştırıyor. Artık tam anlamıyla yabanın ortasındayız. Gusfan-Sara 3000 metrede dağcılar ve çevredeki çobanlar için yapılmış, camiye benzer bir barınak. Eşyalarımızı buraya bırakıyor ve bugünü burada geçirmeye karar veriyoruz. Diğer bir odada birkaç İranlı çoban ve yaşlı bir karı-koca kalıyor. Yaşlı adam iki gün önce elini yaralamış, buralarda sağlık hizmetini bırakın yara bandı bile yok. Ziya sağlık çantasını çıkarıp yaşlı adama pansuman yapıyor. 3000 metreye alışkın olduğumuzdan ikimizde iyi durumdayız. İştahımız yerinde ve uyku düzenimiz normal.
Demavend’de hava, buraya geldiğimiz iki gündür çok iyi. Havada tek bir bulut bile yok, çobanlar havanın uzun süredir böyle devam ettiğini söylüyorlar. Yarın sabah 4200 metredeki Bargah-Sevvum kampına çıkacağız. Türkiye’nin çıkılabilecek en yüksek zirvesi 3938 metre ile Kaçkar doruğu. Daha yüksekteki Reşko ve Ağrı’ya terör tehlikesi nedeniyle çıkış izni verilmiyor. Bu nedenle Türk dağcıları yüksek irtifa için alıştırma yapacak dağ bulmakta güçlük çekiyorlar. 5671 metrelik bir yüksek irtifa zirvesi denenirken yüksekliğe vücudun yavaş yavaş alışması gerekiyor. Aklimatizasyon yani vücudun yüksekliğe alışma sürecinin çok iyi geçirilmesi gerek. Birden yapılacak bir tırmanış vücut fonksiyonlarını alt üst edebilir hatta dağcının ölümüne bile yol açabilir. Gusfan-Sara Bargah Sevvum arası normal bir ekibin en fazla 6 saatte tırmanabileceği bir parkur. Güneş batarken Demavend bütün ihtişamıyla karşımda duruyor. Sadece dağın sol zirve sırtında bir buzul dili var, onun dışında Demavend kupkuru. Yarın ilk defa 4200 metreye çıkacak olmak çok heyecan verici.
4200 KAMPINA TIRMANIŞ
Ertesi gün tüm hazırlıklarımızı tamamlayıp toplam 12 litre su alarak yola çıkıyoruz. Parkurda hiçbir teknik zorluk yok. Yoldaki büyük taşlara sprey boyalarla rotalar yazılı. 2.5 saatlik bir çıkışın sonunda (yüksek irtifa için çok hızlı bir tempo, bu temponun acısını daha sonra çektik) Bargah Sevvum kampına ulaşıyoruz.
Bargah Sevvum dağcılar için yapılmış muhteşem bir barınak. Yapı çift katla örtülmüş ve çığ parkurlarından çok uzağa inşa edilmiş. İçerisinde ranzalar, ilkyardım malzemeleri, dayanıklı yiyecekler hatta ocaklar için yedek yakıt bile var. Sığınağa yerleşip hemen sıcak bir şeyler içiyor ve yemek yiyoruz. Yüksek irtifada bir dağcı için en önemli şey iyi beslenmek ve bol sıvı almak. Ancak bol sıvı almak bizim için çok da mümkün değil, çünkü suyumuz her geçen saat daha da azalıyor. Bu mevsimde 4200 metrede kesinlikle kar bekliyorduk. Kar olmaması büyük bir su sorunu yaşamamıza sebep oldu.
Gece yatarken yarın 5000 metreye yapacağımız yüksekliğe alışma tırmanışına hazırlanıyoruz. Sadece 6 litre suyumuz kaldı ancak başımıza akşam gelecek aksilikler suyun kalmamasından daha kötü.
Gece, ertesi günkü tırmanış için erkenden yattıktan 1 saat sonra Ziya beni uyandırıyor. İlk defa çıktığı bu yükseklikte zor nefes aldığını ve ciğerlerinin yandığını söylüyor. Ziya’da görülen tipik bir yüksek irtifa hastalığı ve büyük bir ihtimalle yarınki tırmanışa gelemeyecek. Durumun birkaç saat sonra düzeleceğini umuyorum ama Ziya’nın hastalığı devam ediyor. Biraz kuruntuyla karışık olsa da tek korkumuz ciğerlerde ödem gelişmesi. Ziya’nın bu yükseklikte uzun süre kalmaması gerekiyor. Artık yapılacak iki alternatif kaldı, ya hemen aşağı ineceğiz ya da yüksekliğe alışma tırmanışı yapmadan zirveyi solo deneyeceğim. Gece yarısı konuşup ikinci alternatifi birlikte kabul ediyoruz. Yarın zirveye tek başıma gidiyorum.
ZİRVE YOLUNDA TEK BAŞINA
Sabah erkenden kalkıp kendime ve Ziya’ya kakao hazırladıktan sonra bir şeyler yiyip (bir şeyler yemek yeterli değil, kahvaltının bol sıvı ve vitamin içeren yiyeceklerden seçilmesi ve çok sıkı yapılması şart) yanıma 2 litre su alıyorum. Arkadaşımla vedalaştıktan sonra dışarı çıkıp yükselmeye başlıyorum. Ancak aksilikler yine yakamı bırakmıyor. Haftalardır iyi giden hava bugün bozdu. Bulutlar Demavend’i tamamen kaplamış durumda. Problemsiz bir şekilde 2 saatte 5000 metreye ulaşıyorum.
Burası Erciyes Kuzey çarşağından bile daha bıktırıcı. Birden bu yüksekliği çıkmamdan dolayı baş ağrısı ve halsizlik belirtileri başladı, bu yüzden bol sıvı alıyorum.
5400 metredeki buzul dilini geçiyorum, zirveye sadece 250 metre kaldı. Ancak zirve hala bulutlar altında ve rüzgar çok şiddetli esmeye başladı.
5500 metre; zirveye 170 metre kaldı. Tepedeki bulutun içine girdim ve bugüne kadar görmediğim şiddetli bir tipi başladı. Ara mevsim tırmanışlarının tüm zorluklarını bugün yaşıyorum. Sırtımdaki çanta çok ağır gelmeye başladı. Çantamı bırakıp sadece fotoğraf makinemi alarak 30 metre daha yükseliyorum. Kısa bir an bulutların arasından elle tutulacak kadar yakın olan Demavend’in zirvesini görüyorum. Zirvenin son metrelerindeki tipi şiddetini arttırdı. O çok zor olan kararı vermem gerek. Bir maceraperest değil bir dağcı olduğumu hatırlıyor ve Demavend’in son metrelerine sırtımı dönüyorum.
Beni tek üzen şey dişimizi tırnağımıza takarak bir yerlere getirmeye çalıştığımız kulübümüz Mimar Sinan Üniversitesi Dağcılık Kulübü’nün ve sponsorumuz Sabah Adventure Club’ün bayrağını zirveye çıkaramamak.
Tipinin ve şiddetli rüzgarın devam etmesinden dolayı bir kaya kovuğuna sığınarak bekliyorum. Tipinin başladığı 25 dakika içerisinde dağın son 800 metresi kar içinde kaldı. İniş tahmin ettiğimden çok daha zorlu geçiyor. Rüzgar şiddetini daha da arttırdı. Tipiden kamp yerini göremiyorum. Batonlarımın ve ayağımın tekinin havada kaldığı bir anda rüzgar bütün şiddetiyle çarpıyor, ayaklarım yerden kesiliyor ve çantamın üzerine düşüyorum. Düştüğüm sırada elimdeki batonlardan biri bacağımı sıyırıyor. Geçirdiğim şok yüzünden birkaç dakika yerimden kımıldayamıyorum. Ayağa kalkıp güçlükle inişe devam ediyor ve olabildiğince hızlı bir şekilde Ziya’nın yanına geri iniyorum. İyi bir yemek ve biraz dinlendikten sonra kendime gelebiliyorum.
Akşam uyku tulumumda uzun zamandır aklımı kurcalayan, kimselere, hatta kendime bile söylemeye cesaret edemediğim o şeyi yapmaya ne kadar yaklaştığımı düşündüm. Şu an son metrelerden dönüş kararı verdiğim için hiçbir pişmanlık duymuyorum. Hala hayatta olmak ve İstanbul’da beni bekleyen aileme ve arkadaşlarıma geri döneceğimi bilmek içimdeki coşkuyu daha da arttırıyor. Artık Ziya için endişelenmeme gerek kalmadı, uzun horlamasındaki ahenk ne kadar iyi olduğunun bir göstergesi.
Ertesi gün eşyalarımızı toplayıp 4200 metreden inişe geçiyoruz.
İnsanlar yaşamlarıyla ilgili kararlarını şehirdeki rahat ortamlarında bile veremezken, biz dağcılar metrelerce yükseklikte ve eksi derece soğuklarda artık sadece eski hikayelerde kalan coşku ve erdemi bulabilmek için hayatımızı ortaya koyuyoruz. Vereceğimiz anlık kararlardaki doğruluk payı bazen hayatımızın devam edip etmeyeceğinin göstergesi oluyor. Bu da günümüzde özgür olabilmenin dramatik bedeli.
(Demavend haritası)